Bazıları “Ezanı Muhammed” aşkına, bazıları pirince ve mısır ekmeğine bazıları da balta ağzı, namlu ucu… Kan revan içinde bindiler, bindirildiler gemilere…

Bazıları kendi zalim voyvodaları tarafından insan kanıyla beslenen emperyalistlerin, Osmanlı’nın, Rus’un, İngiliz’in pazarlık masasına “pey” olarak sürüldüler. Bazıları Osmanlı sultanıyla “at pazarlığı”na oturan “bey” takımının ihanetine uğrayıp aç, sefil dil bilmez, yol bilmez bir vaziyette Osmanlı’nın limanlarında köle tacirlerinin insaflarına terk edildiler.

Kutsal halife topraklarına “Hicret” ettik deyip secdeye koydukları başlarını kaldırdıklarında geldikleri toprakların “beter” olduğunu görüp dönmek isteyenler oldu. Lakin atalarının kudretli tanrısı “Tha”nın onlardan elini eteğini çekmesinin üstünden hayli zaman geçmişti, yenisiyse galiplerin safında!

***

Hergün öldük.

Hergün öldüğümüzü kayıt altına almışlar… Öğrendik.

Trabzon’da üslenmiş Rus konsolosunun raporları yayımlandı. Ölülerden haberdar ediyordu bizi. Rakamlar veriyordu:

“Türkiye’ye gitmek üzere Batum’a 70 bin Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor..”

Şimdilerde de öyle mi bilmiyorum, eskiden kibrit kutularının üzerine “vasati 40 çöp” yazarlardı. “Ortalama” anlamına geldiğini biliyoruz. Doğru olup olmadığını kontrol etmek için çocuksu bir merakla saymışlığım da olmuştur. Sayıyordum bir, iki, üç, beş, on… O da saymış “çöp” müş gibi. Sanki “Çöpmüşüm..” Çöpmüşüz… Günde vasati 7 adet…

Rus konsolosunun işi o günlerde yoğun olmalı. Habire sayma halinde. Sayabilmesi için görmesi gerekiyor. Görmüş olmalı, zira “vasati” olmayan kesinlikte rakamlar da veriyor başka bir gün yaptığı ölü icmallerinde : 19 bin…

Raporuna yazıyor: “…Trabzon’a çıkarılan 24 bin 700 kişiden şimdiye kadar 19 bin kişi ölmüştür. Samsun civarındaki 110 bin kişi arasında her gün vasati 200 kişi ölüyor…”

Çok çok öldük. Çok olunca tek tek kayıt kuyut altına alma gereğini duymamış olmalılar. Göz kararı… Zaten “vasati” de bir yanıyla bu anlama geliyor…

İşine bağlı, işini iyi yapan bir konsolos olmalı ki gördüklerinin yanı sıra duyduklarını da raporuna eklemeden geçemiyor. Şunları duymuş olduğunu öğreniyoruz:

“..Trabzon, Varna, İstanbul’a götürülen 4650 kişiden günde 40-60 kişinin öldüğü haberini aldım.”

Bu durumda ve bir aksilik olmamışsa “vasati” yüz günde, hepimizin ölmüş olduğu sonucunu elde edebiliyoruz.

Beni nereye gömdünüz?

***

“ Trabzon’da bir tek adamın 30-50 civarında cariye birden aldığı oluyordu..”

Bunlar, balık yüklü kamyonların peşinde sürüler halinde iştahla dolaşan martı kuşları değil bunlar Afrika’nın cangıllarında ceylan avına çıkmış, gözü dönmüş esir tacirleri akbabalar… Sırtlanlar… “Rızkın onda dokuzu ticaret…” Sürgünden önce pahalıydı. Neresinden baksan her tarafından “hoşgörü” fışkıran Osmanlı, kölelerden alınacak gümrük vergisini 8000 kuruştan 6500 kuruşa çekmişse de bunu da çok sayan tacir takımının limanlara sürüklenmiş “gümrüksüz mala” üşüşüp işi toptancılığa vardırdığı raporlardan anlaşılıyor… Alımlar 30’lu, 50’li partiler halinde ve sevkiyat daha çok İstanbul’un zengin köşklerine, malikanelerine yapılıyor olmalı..

***

Çok öldüm.

Çok öldük.

İngilizler de Ruslardan eksik kalmıyorlar. Onların da kendi hükümetlerine raporlar hazırlayan raportör konsolosları var:

“Alınmış tüm önlemlerin yetersizliği nedeniyle kısa bir süre içinde salgın hastalıklar ortaya çıktı. Trabzon limanına çıkmış olan 100 bin kadar kişiden 10 bin kadarını daha Şubat ayında ölümcül hastalıklar alıp götürdü… Nisan ayında biçarelerin sayısı Trabzon’da 70 bine, Samsun’da 30 binden 70 bine yükseldi..”

Akıl verenler de var. Bunların biri son derece “uzak görüşlü”. Elbette Osmanlı’nın bu konuda akla ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olacaktır. Atalarının yüzlerce yıl yaptığı “asker devşirme usulü” ellerinde hazır örnek olarak zaten var. Bu defa Çerkeslere dönüp yapıyorlar. Rapor, Osmanlı aklıyla örtüşüyor. Karadeniz’den Erzurum’a kadar uzanan bölgede Çerkeslerden oluşan bir “askeri koloni” oluşturulmasını salık veriyor.

***

Hiç değişmiyor.

Tifüsten ve açlıktan ölmeyip kurtulanların çocuklarıdır Teşkilat-ı Mahsusacılar… Ermeni kıyımında kullanılıyorlar… “Kurtuluş” günlerinde bir bölümü Kuvay-ı Seyyare, bir bölümü Kuvay-ı İnzibatiye olacaktır… Birbirlerini kesiyorlar…

“Kurtuluş”tan sonra hep birlikte kesilmeseler de, hep birlikte “sigaya” çekilip tasfiye ediliyorlar.

***

150 yıl boyunca Rus emperyalizmine karşı insanüstü bir gayretle savaşan bu halk yenildi. 21 Mayıs 1864… Bitmez tükenmez emperyalist politikalar sonucunda terk etmek zorunda kaldıkları topraklardan, halifenin “kutsal toprakları”na sürüklenen bu halktan sağ kalıp karaya vuranları “beter” olanı yaşadı.

***

Bu da nereden çıktı demeyin. Bilen bilir, güzel ağabeyim Çetin Öner bu “halktan”, “Yorgun bir ‘At’ tır…

“…

ben

yurdu talan, canı beleş

ben,

sürgün, kıyım, acı

ben “Yerleşik Yabancı”

ben

serkeş bir atım..

ben

Kabartay, Abaza…

ben

Çılgın Çeçen

ben

bütün atların

kardeşliğini isteyen bir atım..

ben,

yaşlı, yaralı

ben, ne oralı, ne buralı…

ben Diesporalı.

ben aykırı, kırgın…

ben,

çok

yorgun

bir

atım.

(Çetin Öner,Yorgun Bir At İçin Fug, Nart Dergisi)

***

Şimdi biz sürgün çocuklarıyız.

Beni nereye gömdünüz?

Mehmet Bozkurt

Kaynak: soL Haber Portalı http://haber.sol.org.tr