Kanşav Vuşh

Çerkesler, “ğogu maf”, diyorlar, uğurlama cümlesidir, Türkçe’ye “ışıklar içinde git” diye çevrilmesi mümkün…

Birbirimizi “gıyaben” tanıdığımız on yıl oluyor; tanışıklığımız ise 2018 yılına denk düşer. Bu açı, Ankara’ya yolumun pek az düşmesinden kaynaklanmış olmalı.

2012’de Düzce’den İstanbul’a geldiğimde, organik bir Çerkes, solculuğunu kültüründen devşirmiş, “solcu liseli” yılları olan bir taşralı gençtim. Kentte bu kavgayı veren, dahası bundan sonra hayatıma yön verecek kadrolarla tanışıklığım, bu şekilde ve doğalında oldu. Sosyalist Çerkesler’i kastediyorum. TKP ile bağımı  sağlıklı kuran ve derinleştiren de bu kadrolardır, bu yanıyla şanslıyım. Mehmet ağabeyle “gıyaben” tanışıklığımız buradan, kısacası, Sosyalist Çerkesler’in çevresinde birbirimizden haberdar olduk.

Benim onu “tek taraflı” bildiğim ise epey oldu; Düzce günlerimden beri, soL haber portalında Çerkesler ile ilgili yazılarından bahsediyorum, kaç seneye tekabül eder kestiremiyorum. Yani, o değilse de ben, aklım erdiğinden beri, Mehmet ağabeyi tanıyorum. Bu “tek taraflı” bilme halini, taşrada solcu bir lise öğrencisi olduğum yıllara uzatmak mümkün, belki bunun da gerisine.

2018’de görüştük, demiştim. Ankara Nazım’da, 1 saat diye sözleştiğimiz sohbetin saatler sürdüğünü anımsıyorum. İki yabancı değildik, inanır mısınız, iki Çerkes bir şekilde denk gelir; ama biz, ayrıca, aynı davayı savunan iki ayrı kuşaktık. O, bize bu yolu açanların başında geliyordu. Biz ise bayrağı devralmaya çalışıyoruz. Konu “her şey” idi, falanca tanıdıktan, Ethem Bey’e, Düzce ayaklanmasına, Ekim Devrimi ve Kuzey Kafkasya’ya, her şey. Oysa elimde spesifik bir konuyla gitmiştim; ama ne keyif almıştım! Sonrasında ara ara telefonlaştık, mailleştik ve o artık, halini hatrını sormayı çokça ihmal eden bizleri, bağrına basamaz ne yazık ki.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Anadolu ihtilali ve “Türk iç savaşı” Mehmet ağabeyin uzmanlık alanları sayılabilir. Türkiye solunda bu tarihsel kesitlere yönelen ve çerçevelendiren isimler saymak elbette mümkün. Ancak bu çerçeveye ayağını basarak, öğreten/çağrıştıran diyalektiğini fevkalede kuran, neredeyse cilt cilt kitap olacak köşe yazılarıyla, eğlendiren yanı ve tarzıyla Mehmet ağabey biricikti. Gelenek Dergisi, haftalık soL dergi, günlük soL gazete, soL haber portalı gibi birçok mecrada, yıllarca, bunu erinmeden yaptı. Onun sözleriyle: “Bildiğiniz Çerkes inadı işte!”. Daha sonra soL TV tarih programlarında, onun yazı dilinden hiç de aşağı kalmayan hitabetini, takip edenleri, hayretler içinde keşfetti. Gerçekten, eşine az rastlanır.

Ve Çerkesler…

Salt kendi ilgisinden değil; belirtilen tarihsel kesitlerdeki -abartmayalım ama- “Çerkes ağırlığı”ndan da olsa gerekir, Türkiye solunda örgütlü mücadele verip Çerkesler ve Çerkes tarihi üzerine bu kadar yazı kaleme alan ondan başka hiç kimse çıkmadı. Hatta Çerkes örgütlerinden, yani işi bu olanlardan dahi çıkmadı. Mehmet ağabey, bu anlamda bizim şansımızdır ve arkasında eşsiz bir müktesebat bırakmıştır; ondan razı ve ona borçluyuz.

Çerkeslerin trajik bir tarihi var, sürgün edilmiş bir halktan bahsediyoruz; daha sonra farklı ülkelerde savaş görmüş, “devrim” dönemine denk düşmüş, ağırlık koymuş ve ağırlığı oranında tasfiye edilmiş, etiketlenmiş, kazanmış/kaybetmiş… Ve tüm bunlar yarım asır içinde gerçekleşti. Sıralanan olguları birbirinden ayıramazsınız; fakat belirli bir bağlama yerleştirmek de gerçekten güç. Engels ve Lenin’in atıfta bulunduğu metaforu tersten işletecek olursak, Mehmet ağabey, ormana bakarken ağaçları gözden kaçırmadı. Resmin bütününe ise hep sadık kaldı. Onun “inceltmeleri” ve açtığı yol, bizim için ön açıcı ve apayrıdır.

Yine de hakettiği iltifatı yeterince görmediğine inanıyorum. Bu yazıyı, biraz da bu sebeple kaleme almak istedim.

Toğuzate Mehmet, ağabey, yoldaş, seninle aynı safta olmaktan onur duydum ve içimden seni Çerkesçe uğurlamak geliyor:

Ğogu maf Mehmet Bozkurt…